17 Ağustos 2011 Çarşamba

Venedik

Montecatini'den yaklaşık 3 saat süren bir yolculuktan sonra Venedik'e  ulaştık. Şehrin içine otobüs ve otomobil girişi olmadığı için bizi bekleyen "vaporetto"ya binerek San Marco Meydanı'na yola çıktık. Yolda Venedik'i uzaktan gördükçe heyecanlanmaya başladık. Venedikliler ilk zamanlarda kıyılarda yaşıyorlarmış, ancak Vizigotların kuzeyden gelen saldırıları sırasında kıyıya yakın adacıklara kaçarak sığınak haline getirmişler burayı, sonraları yerleşim yeri olarak da kullanmaya başlamışlar.


Buraya gelir gelmez en dikkat çekici yer San Marco Katedrali ve Dükler Sarayı. Rehberimizin söylediğini göre San Marco Meydanı dünyada en çok bakteri bulunan yermiş. 72 milletten insanın gezdiği, oturduğu yerde normaldir bence. Katedralin karşısındaki saat kulesi bir kez yıkılmış, sonra yeniden inşa edilmiş. Halen de çok sağlam durduğu söylenemez. Dükler Sarayı ise katedralin yanında ve şimdi müze olarak kullanılıyor. Meydanda pahalı kafelerde canlı müzik eşliğinde kahvenizi 10 Euro gibi bir fiyata içebilirsiniz:-) Ama merdivenlere oturup çevreyi izlemenize ve müzikten faydalanmanıza kimse birşey demiyor.


Su kanalları her yerde karşınıza çıkıyor, çok ilginç ve güzel bir şehir. San Marco Meydanından rehberimiz eşliğinde Rialto Köprüsü'nden geçtik. San Marco Meydanı ve çevresi çok pahalı. Rialto köprüsünden geçip ara sokaklara daldığınızda fiyatlar düşüyor. Biraz turladıktan sonra ara sokaklarda bulduğumuz Al Paradiso Restoranında ben bolonez soslu raviolini yedim, Bijen de sebzeli rizotto, yanında da beyaz şarap içtik; Floransa'daki Tuscana şarapları kadar mükemmel olmasa da güzel şaraptı, yemekler de lezzetliydi, üstlelik şaşırtıcı şekilde garsonlar da oldukça kibardı.

Yemek sonrası Venedik'in ara sokaklarına daldık ve yürürken yoruldukça nehir kıyılarındaki merdivenlerde sigara molası verdik. Burada da diğer şehirlerde olduğu gibi çeşmelerden suyumuzu içebildik, ancak Roma'daki kadar çok çeşme olmadığını söylemeliyim. Roma Meydanı'na doğru biraz yürüdükten sonra rehberimizin ayarladığı Gondol randevumuz için San Marco Meydanı'na geri döndük.

Tur rehberimizin öncülüğünde  gondollara ulaştık. Önce şampanyalarımızı içtik, çünkü gondolun içerisi kirleniyor diye gondolda şampanya patlatmanıza, birşeyler yemenize veya sigara içmenize izin vermiyorlar. Gondolcular da İtalyan garsonlarından pek farklı değil, müşterilere pek iyi davranmıyorlar. Yerinden kalkanlara gondolun dengesini bozdukları gerekçesiyle kızıyorlar. Bir gondola en fazla 6 kişi bindiriyorlar, gondol ücretini belediye belirliyor, yaklaşık 120-130 Euro'ya 35 dakikalık büyük tur yapabiliyorsunuz, tabii gondolda kaç kişinin olduğunun önemi yok, 2 kişi de olsanız aynı parayı ödüyorsunuz. Bir de küçük tur var, yaklaşık 15-20 dakika sürüyor. Gondolcular genelde hızlı bir şekilde turu tamamlayıp yeni müşteri almaya çalışıyorlar. Yavaş gitmesi konusunda uyarırsanız 40-45 dakika tur atma şansınız olabilir. Ayrıca ara sokaklarda serbest çalışan gondollar da var, daha ucuza gezme imkanı bulabilenler olmuş. Büyük turumuz 35 dakika:-) sürdü, büyük kanaldan geçerek ve yanımızda aynı turdan arkadaşlarla karşılıklı fotoğraflar çekerek turumuzu tamamladık.

Gondoldan inip tuvalet aramaya başladık. Venedik'te  tuvalet çok var, ancak 1,5 Euro olduğu için çok sık tuvalete gitmemeye dikkat etmemiz gerekiyordu, ya da kafe restoranlara gidip birşeyler yiyip içince ihtiyacı giderilebilir. Bulduğumuz tuvaletin kapalı olduğunu görünce çaresiz otele dönmek üzere vaporettoya döndük. Dönüşte yağmur bastırdı, otobüse bindikten sonra yağmur hızlandığı için ıslanmadık. Gece 10 civarında Venedik'e 30 km. uzaklıktaki Noale-Scorza kasabasındaki otelimize ulaştık. Tur boyunca kaldığımız en iyi oteldi, ancak belli bir saatten sonra kasabada yemek içmek için  açık yer bulmak sorun. Bir kafe bulup birşeyler atıştırdıktan sonra yarın turdan ayrı tekrar Venedik'e döneceğimiz için otelimize çekildik, zaten kasabada da yapılacak birşey yoktu...
2.gün kahvaltı sonrası 10;44 treni ile Venedik-Santa Lucia'ya (son durak) hareket ettik. Burası trenin Venedik merkeze en yakın durağı. İner inmez dönüş için biletlerimizi aldık ve istasyonun önündeki köprüden geçip Roma Meydanı'na çıktık. Buradan San Marco meydanına dek yürüyüş dura dinlene, sigara içip kanal kıyısındaki köprüler ve merdivenlerde mola vererek yaklaşık 1 saat sürdü. Dönüşümüzde aslında 15-20 dakika sürdüğünü farkettik:-)
San Marco'ya ya da Rialto'ya sürekli oklarla yönlendirmeler olduğu için kaybolma endişeniz olmadan ara sokaklara girerek gezebilirsiniz. Venedik'te bu nedenle bir şehir haritasına gerek duymadık. Dönüşte de bu kez Roma Meydanını işaret eden okları takip ettik.
San Marco Meydanından Academia Müzesine yön gösteren okları takip ederek devam ettik. Müzeye varmadan önce acıktığımız için  dönerci mantığıyla çalışan bir piza büfesinden iri dilim pizalardan aldık. Nehir kıyısında gölgede bir merdiven bulup nehir manzaralı öğle yemeğimizi yedik.
Yemek faslı sonrası müzeye yürüyüşe devam ettik.
Müzeye giriş 6,5 Euroydu. Daha çok Venedik kökenli ressamların resimleri vardı. 1400 - 1500'lü yıllarda Venedik yaşamıi dini ve kraliyet törenleri, savaşları anlatan devasa resimler var, oldukça etkileyiciydi.

Bu arada bulunduğumuz tarihe 53. Venedik Bienali'nin denk geldiğini farkettik Bu bienali izlemek gerçekten iyi olabilirdi, ancak Bienal sergi alanları şehrin farklı yerlerine dağıtılmıştı ve her birinin girişi en az 5 Euroydu. Üzülerek sergileri gezmekten vazgeçtik.

Bunun yerine San Marcodaki devasa Dükler Sarayını gezmeye karar verdik. Bu saraya giriş 13 Euro gibi hatırı sayılır bir rakam. Çaresiz ödemeyi yaptık ve içeri girdik. Saray, tüm saraylar gibi oldukça ihtişamlı, çok kocaman salon ve odalara sahip. Tüm odaların tavan süslemeleri altın oymalı bol bol tavan resimleri var. En büyük dükler salonunda çok büyük savaş ve kahramanlık resimleri duvarları süslüyor. Bir resimde de Osmanlı Donanmasının yenilgiye uğratıldığı savaş tasvir edilmişti.

Sarayda eski silahlar ve zırhların sergilendiği salonlar da bulunuyor.

Ayrıca eski dönemden kalma gondollar da var. Venedik'te tüm gondollar siyah, nedeniyse zamanında yaşanan veba salgınında ölenlerin taşımasında kullanılmasından...

Mahkumların yargılanıp idam edilecekleri zamana dek zindana götürükdükleri dar ve alçak "İç Çekiş Köprüsü" diye adlandırılan (mahkumların son iç çekişlerini ve gün ışığını son kez gördükleri yer olmasından dolayı) aralıktan geçip zindanların bulunduğu yere indik. Böylece saray gezimizi sonlandırdık.

Saat 16:00 olmak üzereydi, San Marco Kilisesi (Bazilikası)nı gezmeye vakit kalmadığını farkedip serbest gezmeye karar verdik.

Venedik'e gidip de maske almadan dönmek olmazdı. Rialto meydanının ilerisinde ara sokakları biraz dolaştıktan sonra 10-20 Euro civarında el yapımı maskeler satan bir dükkan bulduk ve buradan maskelerimizi aldık. Daha ucuza da maskeler var, ancak bunlar genelde Çin yapımı. Maskeler çok çeşitli, el yapımı birkaç yüz euroluk maskeler de vardı...

Venedik'te aklınıza estiği gibi ara sokaklara girmek ve bir müddet kaybolmak çok eğlenceli. Sürprizi bol bir macera. Bazen çıkmaz bir sokağa, bazen iki insanın yan yana yürüyemeceği kadar dar bir sokağa çıkıyorsunuz, bazense daha tenha bir merdivenli kıyıya denk gelip basamağa oturup nehir manzaralı bir sigara molası verebiliyorsunuz.

Venedik, Roma ve Floransa'ya göre daha pahalı bir şehir. Müthiş bir turist kalabalığı içinde bazen dar sokaklarda ilerlerken bunalabiliyor insan. Nehre ya da San Marco'ya yakın yerler hep çok pahalı.

Önerilerimiz:
  • Yerlere, kanal kıyısına oturmak kaçınılmaz olduğu için kirlendiğinde üzülmeyeceğiniz pantolonlar ya da şortlar giyin (aslında bu tüm şehirler için geçerli)
  • Bir kafeye tuvalet ihtiyacı olunca girin. Elbette en az bir kahve için:-)
  • Tüm kafe ve restoranlara oturmadan önce menü ve fiyatları kontrol edin.
  • Garsonların ters ve azarlar tavırlarını ciddiye almamaya çalışın.
  • İçeceğinizi market ya da bakkaldan alıp kanal kenarından sakin bir yerlerde keyif yaparak için.
  • Trenler çok dakik, asla sizi beklemeyeceklerdir. Erkenden peronda olun.
  • Turist menüleri olan restoranları tercih edin, Venedik'te son akşam yemeğimizi kişi başı 11 Euro'ya kocaman bir tabak lazanya, soft drink ve patatesi kızartması idi, çok doyurucuydu.
  • Bazı restoranlarda kişi başı devasa pizalar geliyor, çok aç değilseniz 2 kişi rahatlıkla doyabilirsiniz.
  • İtalya'da şarap bazen koladan daha ucuz oluyor ve turist menülerinde küçük sürahide veriliyor. Şarap tatmadan ve içmeden sakın dönmeyin.
  • Hesabı mutlaka kontrol edin.

11 Ağustos 2011 Perşembe

İtalya - Floransa (Ağustos-2009)

Sabah erkenden Roma'dan Floransa'ya (Frenze) otobüsle yola çıktık. Otobanda tur otobüsü ile giderken İtalyan köylerinden geçtik, çoğunluğu orijinalliğini korumuş betonlaşmadan nasibini almamış köylerdi. Yol boyunca ormanlar ve ekim yapılan arazileri geçtik. Floransa Tuscana bölgesinin başkenti ve İtalya'nın en iyi şarapları Tuscana üzümlerinden yapılıyor.

Birkaç saatlik yolculuk sonrası Floransa'yı tepeden izleyeceğimiz noktaya ulaştık, buraya Michalengelo Tepesi adını vermişler. Burada ünlü Davut heykelinin bir kopyası vardır. Bu heykel Michelangelo'nun en önemli eserlerinden. Floransa'da 3 değişik noktada kopyaları bulunuyor, orijinal eser ise Akademi Müzesi'nde sergileniyor. Ertesi gün görmeyi ümit ediyoruruz.

Michelangelo Tepesi'nden aşağı Floransa'nın merkezine indik. Tur otobüsleri bizleri şehir merkezinin oldukça dışında bir noktada bıraktı, tur otobüslerinin daha fazla şehir içine giremedikleri bilgisini aldık. Arno nehri boyunca yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşle merkeze vardık.

Ulusal kütüphanenin önünden Croce Meydanına çıktık. Bu şehirde umumi tuvalet bulmak sorun olduğundan önce turizm danışma yanındaki tuvaletlerde hacetimizi giderdik ve ardından şehir haritası aldık (turizm danışmada ücretsiz veriliyor)

Croce meydanında bir kilise bulunuyor ve önünde boş bir alan. Bu alanda eski dönemde futbol maçları yapılırmış, ama bu maçlardaki kurallar günümüzde oynanan futboldan farklıymış. Birazcık sert oynanıyormuş:-) yani rakibi öldürmek serbestmiş.. Günümüzde gösteri amaçlı yılda bir kez maç yapılıyormuş. Bu meydanda ayrıca Leonardo da Vinci'nin ünlü Mona Lisa resmini yaptığı binanın da olduğu rivayet edilir. Bu meydanda ayrıca burada yaşamış olan Dante'nin de heykelini görebilirsiniz.

Croce meydanından şehrin merkezine yürüyerek geçtik, şehirde Dome (katedral) en önemli eser. Yüksekliği 57 metre (kural gereği hiçbir katedralin yüksekliği Vatikan'dan uzun olamıyormuş).

Genel bir şehir turundan sonra karnımızı doyurmak için rehberimiz Hakan'ın tavsiye ettiği Campana Restoran'a gidip 10 Euroluk David menümüzü yedik. (Pizza, bruscetto-sarımsaklı ekmek ve beyaz şarap) Katedralin karşısındaki vaftiz odası (oda yazdığıma bakamyın, oldukça büyük bir bina) var. Buranın bronz işlemeli kapısı ünlü, iki kardeş tarafından yapılan kapının orijinali 1966 yılında yaşanan sel olayından sonra kaldırılıp Japonların sponsorluk desteği ve mühendislerin hummalı çalışmasıyal 19 yılda kopyası yapılabilmiş. Buraya ayrıca "Cennetin Kapısı" da deniyor.

Şehir merkezinde bir tur attıktan sonra cumhuriyet meydanında bir restoranda içki molası verdik. Merkezde birçok kafe ve restoran bulunuyor, en merkezdekilerin fiyatları oldukça yüksek, ancak daha kenarda kalanlarda fiyatlar makul. Eğer şanımız yürüsün derseniz oradaki ünlü cafelerde tanesi 10 Euro civarında bir espresso içebilirsiniz:-)




Bu arada Pitti Sarayı ve kuyumculardan oluşan köprüsünü de gezmeyi ihmal etmedik. Bu köprü ikinci dünya savaşı sırasında bölgeyi kontrol eden Alman komutanın insafında bombalanmaktan kurtulmuş. Şimdilerdeyse mücevher satan kuyumcu dükkanları ile dolu.





Arno nehri

Tur otobüsü saatimizin yaklaşması nedeniyle Arno nehri kıyısında yürüyerek otobüsümüze ulaştık. Akşam 7 gibi Floransa'ya 50 dakika uzaklıktaki Montecattini kasabasında yer alan otelimize ulaştık. Buraya otomobil veya trenle ulaşım mümkün. Termal tesislerin yer aldığı sevimli, tertemiz, sessiz ve yeşillikler içinde küçük bir kasaba. Evler, villalar, oteller pancurları ve görünümleriyle Büyükadayı adnımsatıyor. Montecattini'nin içinde yürüyerek her yere kısa sürede ulaşmak mümkün. Ayrıca teleferikle termal tesislerin yer aldığı tepeye de çıkılabiliyor. Bizi otelde çok misafirperver yaşlı İtalyan çift karşıladı ve tur boyunca en kaliteli kahvaltımızı burada yaptık...

Saat gece 9 gibi akşam yemeği için yer aramak ve Floransa'ya gideceğimiz tren istasyonunu bulmak için otelden çıktık. Yorgunluktan hissetmeyen bacak ve ayaklarımızla sürünüyorduk. İstasyonun yerini öğrendikten sonra restoran aramaya başladık. Pek çok yere baktıktan sonra otele dönüş yoldundaki bahçe içinde bir İtalyan ailenin işlettiği pizzeriada karar kıldık. Bu restoran oldukça kalabalık ve aile üyelerinden burayı çekip çeviren evin kızın (tek yabancı dil bilen) dışında iletişim kurulması zor bir yerdi, ama çok eğlendiğimizi itiraf etmeliyim. İtalyan filmlerinden fırlamış gibi olan sert ve otoriter baba baş tipti. Bizim oturduğumuz süre boyunca hoşuna gitmediğini düşündüğümüz 2 çifti masalarına oturamadan masaların rezerve olduğu bahanesiyle yolladı. Yemekler ve şarap olağanüstü lezzetliydi. (Sebzeli rizottoyu tavsiye ederiz.) anca herşey çok ağır işlediğinden gerek servis gerekse hesap ödeme için uzunca bir süre sabırla beklemek gerekiyor.
Yemek sonrası restorana yakın Zanzibar adında küçük bir bulduk. Bar demek doğru olur mu bilmem? Müziksiz tuhaf bir yerdi, ancak içkiler ucuzdu ve adım atacak halimiz yoktu. Bijen bir bira ve ben bir Grappa (İtalyan içkisi, 2 kez distile edilmiş şarap, ağırdır, İtalyanlar espresso ile beraber içiyor) içtikten sonra odamıza döndük.

2.Gün
Sabah 8:30 gibi uyandık. Bu otelin kahvaltılarının Roma'daki otelden daha iyi olduğunu söylemem lazım. Ekmekler taş gibi değildi. Soğan zarı inceliğinde de olsa kaşar peyniri ve karpuz vardı. İtalyanlar kahvaltıda tuzlu birşey yemiyorlar... Çaya hasret kalmak istemeyenler yanında poşet çay getirirse iyi olurç Bu ülkedeki poşet çaylar berbat! Artık sütlü kahve içiyorum, alıştım.
Kahvaltı sonrası tren istasyonuna gittik, otomattan biletlerimizi alıp trene bindik.
Dikkat! Trenler müthiş dakik ve hiç beklemiyor (eğer grev olmazsa:-)) Önceden bilet almış ve hazır beklemekte fayda var.
Yaklaşık 50 dakika süren tren yolculuğundan sonra Floransa'ya vardık. Hedef Michelangelo'nun David'inin sergilendiği Accademia Müzesine girmek... Tam 1 saat süren kuyrukta bekleme sonrası amacımıza ulaşıyoruz. Bu müze heykel ve ikona ağırlıklı, fazlaca büyük değil. Fotoğraf çekilmemesi için sürekli uyarılar var. Michelangelo'nun yarım kalmış, tam yontulmamış heykellerini aşıp kendimizi David'in karşısında buluyoruz. Onun kocaman ve büyüleyici formunu uzun uzun inceledim. Etkileyici bir andı.
İkonalar bölümünü de tamamlayıp müzeden ayrıldık. Uffizi müzesine 15:30'da randevumuz var. Rehberimiz bize müzeye randevu alabileceğimiz bir numara vermiş ve biz de önceden randevu alarak kuyrukta beklemeden girenlerin ayrıcalığına kişi başı 4 Euro karşılığında sahip olmuştuk. Arada kalan süre içinde dün öğle yemeği yediğimiz yerde yine beyaz şarap eşliğinde devasa pizzalarımızı yedik. Bu arada beraber gezdiğimiz çiftten Yalçın Bey'in merakı üzerine sorduğu bir pizzanın "at etinden" yapılmış olduğunu da öğrendik:-)
Uffizi'ye rezervasyonlu olduğumuzdan bu defa saatlerce kuyruk beklemeyecek olmanın rahatlığı çok iyi geldi. Uffizi eskiden devlet dairesi (ofis) olmasından dolayı bu adı taşıyor.
Bu müzede Medicci ailesine ait paha biçilmez çok önemli resimler ve az sayıda heykel sergileniyor. Özellikle Botticelli bölümü nefes kesici. Venüzün doğuşu tablosunun önü hep kalabalık. Oldukça büyük boyutluymuş, izlemeye doyulamıyor. Pek çok önemli ressamın (Leonardo, Raffael, Dürer, Holbein, Piziano, Rubens, Caravaggio, vs.) resimlerini gördük. Ancak itiraf etmek lazım ki yeteri derecede izledik diyemem. Müze müthiş kapsamlı ve bir süre sonra yorgunluk insanın takatini kesiyor. Yaklaşık 2 saat süren gezi ardından sürünerek cafeye çöktük. Cem devasa Arjantin biralarından istemiş (çok susamış belli ki:-)) Biraları afiyetle götürdü, benim biramın da yarısını o içti...
Tren saati yaklaştığı için yeniden yola koyulduk. Bu kez istasyona daha kısa zamanda vardık. İstasyona yakın bir yerde 10 Euro gibi ucuz bir fiyata bir bavul aldık (Tabii ki Çin malıydı ve dönüşte havalimanında bagaj görevlileri bavulun sapını kırmışlardı:-)) Dönüşte aldıklarımızı kırıp dökmeden taşımanın başka yolu yoktu...

Son Montecattini akşamımızda da aynı aile restoranında muhteşem lezzette yemeklerimizi yedik. Zanzibar'da ben bira Cem grappasını içti ve otele döndük. Böylelikle şahane anılarla tatilimizin Floransa ayağını da tamamlamış olduk.